9 Temmuz 2011 Cumartesi

Nihayet Rahatça Nefes Alabilmeye Başlayan Freya’nın Anlattıkları

Birazdan okuyacağınız lirik size bir aşk şiiri olarak gelebilir. İşin iç yüzü çok daha farklı. Bu blogta Wolverine isimli güzide grubun yeni albümünden ve grubun vokalinin hasta olan kızı için yaptığı bir şarkıdan bahsetmiştik. Bu şiir dediğimiz şey ise grubun vokali Stefan Zell’in kızı Freya için yazdığı şarkının ta kendisi. Uzun zamandır Freya’yı arıyordum. Nasıl bir bebektir? Görünümü sağlıklı mıdır? Yüzü gülüyor mudur? Gerçekten çok merak ediyordum. Ne yaptım, ne ettim, zorda olsa birkaç resim elde edebildim. Başlangıçta hasta olan Freya’yı anne babasının arasında o tomurcuk haliyle görmek, minicikken rahatsızken görmek üzücü bir durum. Ama en yukarıda görüldüğü gibi bir dünya tatlısı Freya.. Bunun gibi hayatın ta içinden olan şeyleri, gerçek ve samimi duyguları gerçekten çok seviyorum. Stefan ve ailesinin, hatta Stefan'ın anne babasının bile görüntülerine şahitlik ettim. O kadar bizden biriler ki. Dünyalar tatlısı 2-3 kedi ile geniş bir aile sımsıcak bağlarla hayatlarını devam ettiriyorlar. Bizimkiler mi? Ehh, onlar Bebek ve Etiler’de caka derdindeler.. EMBRACE 

You changed all that I am
Once you opened your eyes
Right there I turned off the world
And then there were you and I
Whole again, you have defined who I am
Innocence helps me retain what I am
One breath was all they required
To deprive us all of our bliss
Right there I saw you were lost
And there wouldn't be another us
I fell and I fell, into a dark and bottomless pit
Darkness embraced my whole world
I'll trade you my life, spare you my heart
Without you I still would be lost, I'd drown in an ocean
I am you, you are me, we cannot part
A future's embrace clad with hope is ours
Slowly dark clouds dispersed
Offered a passage of life
And they gave us a reason to carry on
What we believed wouldn't be suddenly was
I'll trade you my life, spare you my heart
Without you I still would be lost, I'd drown in an ocean
I am you, you are me, we cannot part
A future's embrace clad with hope is ours
Dark clouds will shadow the roads we'll be walking
And questions will challenge our minds and our hopes
But I'm sure that devotion and faith will make darkness subside
For the power of love is embodied and born in our strong embrace


Vokalist Stefan Zell bu şarkıya dair şöyle demişti: “Şunu söyleyebilirim ki şu ana kadar yazdığım en kişisel ve önemli şarkı. Kritik bir kalp rahatsızlığıyla 2008 yılında doğan kızım Freya ile ilgilidir. Doğduğunda yaşayabilmesi için çok acı verici bir ameliyat olması gerekiyordu. Aynı zamanda tekrar ameliyat riski ile karşı karşıya kalmamak ve muhtemel olumsuzlukların önüne geçebilmek adına emin olana kadar ameliyatın olması söz konusu olamazdı. Kızımın ilk 8 ayı boyunca, her gün onun düzenli beslenmesi ve olağan bir şekilde yaşayabilmesi için sürekli mücadele ettik. Sağlıklı insanlar için sıradan olan ve rahatça yapabildiğimiz şeyler, nefes alıp vermemiz bile kalp rahatsızlığı olan kızım için çok zordu. Nihayetinde geçtiğimiz yılın Aralık ayında Göteborg’daydık ve ameliyatı yaptılar. O günden beri her şey değişti ve bugün kızım tamamen güvende, üç yaşında olacak diğer çocuklar gibi. Hayal edebilirsiniz ki hayatımın bu periyodunda duygularım karmakarışıktı. Çeşitli duygular içinde boğuluyordum. Bir yandan ilk çocuğum Freya, doğmuştu ve doğumuyla birlikte kelimelere dökülemeyecek bir sevinç yaşamıştım. Aynı zamanda onun rahatsızlığı yaşamımıza birçok sıkıntıyı ve karanlığı getirmişti. Şarkı basitçe yaşadığımız bu deneyimden bahseder ve benim olduğu kadar karım için de çok şey ifade ediyor.”

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Dünyanın En Çok Nesini Özlüyorum?


Dünya'nın en çok nesini özlüyorum, biliyor musun?

Geceleri yağmurun damda çıkardığı sesi özlüyorum.

O sesle uyurdum. Çocukluk yıllarımda akademiye hazırlanırken uyumayıp sabah dörtlere, beşlere kadar çalışırdım. Çalışmalardan sonra en fazla iki saat uyuyabilirdim. Ama çok yorgun olurdum. Öylece yatardım.

Son sınavımdan önce de aynı şey oldu. Uyuyamazsam hayatta geçemeyeceğimi biliyordum.

Yağmur yağdı mı peki?

Hayır.

Ama babam.. Babam odamda volta attığımı duydu. Uyuyamadığımı biliyordu. Dışarı çıktı, bahçe hortumunu aldı ve yukarı doğru tutup suyu açtı. Tavana yağacak şekilde. Tıpkı yağmur gibi. Ben uykuya dalana kadar orada durup yağmur yağdırdı. Bazen gerekseydi günlerce orada duracağını düşünürüm.

Onu özlüyorum. Ve şimdi her şeyden çok yağmur yağmasını istiyorum. Sadece bir süreliğine..

Yağsın o zaman yağmur.



Babylon 5 – Sezon 3 Bölüm 8 – Messages from Earth bölümünden.. Dört yıl boyunca dünyadan uzak bir şekilde uzayda yaşayan Kaptan John Sheridan’ın dünyaya duyduğu özlemden..

29 Haziran 2011 Çarşamba

Artık Yaş 35 ve Ömrün Yarısına Dokunmak


Yaş otuz beş yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.


Şakaklarıma kar mı yağdı, ne var
Benim mi Allah'ım bu çizgili yüz
Ya gözler altındaki mor halkalar
Neden öyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar

Cahit Sıtkı Tarancı bu muazzam şiirin sonunu “Bir namazlık saltanatın olacak, taht misâli o musalla taşında” lafıyla sonlandırdığında hayatın özlerinden birine ulaşıyorsunuz. Ne yaparsak yapalım, nasıl yaşarsak yaşayalım herkesin ulaşacağı nokta bellidir. Bu son ise çok ciddi bir şeydir. Hayatın bütününü anlamak konusunda fazla söze gerek bırakmaz.

İnsan hangi yaşta olursa olsun beş, on, yirmi yıl sonra nasıl bir hal alacağını, her şeyden önce, yaşayıp yaşamayacağını, bu dünyada nasıl bir konuma sahip olduğunu ve neler başardığını sorguluyordur muhakkak. İçinde bulunduğumuz yaşın güzelliğini tadıp tatmadığımız her bireyin kendi içinde cevaplandırması gereken bir ana denk geliyor. Onlu yaşlarda bir veletken ve daha hayata dair pek bir şey bilmezken, sorumluluk ve hayata sıkı sıkıya tutunmak kavramlarının farkında bile değilken, orada burada 18 yaşının reşitlik demek olduğunu okurdum. Bunun ne demek olduğunu tam olarak idrak edemezdim. 18 yaşına girdiğimizde bir anda farklı mı hissedecektik? Bir anda farklılaşmış fizyolojik ve psikolojik devinimler mi kuşatacaktı bizi? Ne yani, 18 yaşına basar basmaz bir anda kanatlarımız mı çıkacaktı? Bir anda büyüyecek miydik? Büyük adam mı olacaktık?

Her ömrü yeten gibi ben de erişmiştim 18 yaşına ve hiçbir farklılık hissetmemiştim. Bir gün önce ne hissediyorsam, bir gün sonra aynı şeyleri hissediyordum. Tek farkı, bir gün öncesinde birçok kanuni hakka sahip değilken, bir gün sonra o haklara sahip oluyordum. Ama gariptir ki, eğer o yaşta çalışmıyorsanız ve okumuyorsanız devlet güvencesinden mahrum kalıyordunuz. Velinizin sigortası size teğet bile geçmiyor oluyordu.

Yirmili yaşlar da daha çılgınca anların yaşandığı ve biraz daha bilinçlendiğimiz zamana denk düşüyordu. 18 yaşında ne kadar veletlik ve şımarıklık yapıyorsanız, başınıza çok büyük ve önemli bir şeyler gelmediği sürece 25 yaşınızda da aynı şeyleri yapıyordunuz. Sadece biraz daha bilinçli oluyordunuz ama ‘olmuş’ sayılmıyordunuz.

Peki, iyice bilinçlendiğimi, birçok anlamda olduğumu, hayatın gerçek anlamıyla ayırtına vardığımı bizzat kafamın içinde hissettiğim yaş sınırı neydi? Ne zamanki 28 ve 29’lara eriştim, birçok şey daha farklı hissettirmeye, daha gerçekçi algılamaya meyillendi. Artık atılan her yaş adımı daha fazla bilinçlenmek ve hayatın daha fazla farkında olmak demekti. Şunun ayırtına vardığım söylenebilir. 28-29 yaşına kadar sürekli bir gelişim, bilgilenme, doygunluk ve bilinç seviyesi yükselişi söz konusuydu ama bu yaş sınırına eriştikten sonra kazandığınız her bir yıl logaritmik olarak sizi daha fazla olgunlaştırıyordu. Daha keskin farklılıklar söz konusuydu. Özellikle 30 yaşına adım attığımda birçok şey benim için çok farklıydı artık. Çok garip hissettirmişti. Dile kolay, gençlik çağı denen şey artık arkanızda kalıyordu. Eskisi gibi hissetmiyordunuz. Biraz daha büyümüş, daha az yavşak, çocuksu aptallıklardan daha fazla uzak ve daha bir bilinçlilik. Adım attığınız her yaş öyle farklı hissettiriyordu ki bir yıl önceki insan olmuyordunuz. Çok rahat bir şekilde üç yıl önceki insan olmadığımı söyleyebilirim. İki yıl önceki insan da değilim. Bir yıl önceki de.. 28-29 sonrası hep böyle hissettim. Deve dönüştüğünü, zeka pırıltılarının daha fazla ışıdığını, aptalca şeylerden uzaklaştığını ve yavşakça şeylerle hiç işiniz bile olmadığını hissediyordun.

Ama..


Ama ki her ne kadar hissedişlerim bir nevi olmuşlukla eşdeğer olsa bile hâlâ yaşımı lanse eden insanlarla aynı klasmanda olmadığımın çok iyi farkındayım. Klasik bir yaşama sahip olan 35 yaş insanı olmadığımı çok iyi biliyorum. Bilgi, birikim, olgunluk, hayatı bilme ve sorumluluk anlamında bir 35 oldum belki ama hayatı karşılamak, hayata karşı güçlü durmak, klasik 35 yaş haricindeki çocuksuluklara açık olmak anlamında yolumda yürümeye devam ediyorum. 35 yaş insanı hayatı yaşamadığımı fark ediyorum. Deli bir özgürlük isteği, deli bir bağımsız yürüme arzusu, eski kuşak 35-40 yaşlarının çocuksu bulacağı şeyler üzerinde hâlâ büyük bir istekle tutunma arzusu. Ortalama 35 yaş Türk erkeğinin müziği iplemeyeceği, sinemaya tırıs geçeceği, bu tür kulvardaki coşkusuzluğu yok ruhumda. Olayın özü coşku boyutunda olmasın? Hâlâ büyük bir coşkuyla müzik dinlemek ve onu yorumlamak, büyük bir şevkle izlenen eserlerin içeriğine kilitlenmek ve edebi bir dile kotarmak farklı tatlar anlamına geliyor. Belki de ekonomik durumun getirisi olsa gerek. Hayat ile oldukça zor şartlar altında savaşanların önceliği midesine ve ailesine yemek getirmek iken, müzik ile kendinden geçmesi o ruh haliyle ne kadar mümkündür ki?

Ömrün yarısına resmen geldim bu gece itibariyle. 30 Haziran 1976 yılında başladığım bu hayat yürüyüşüne hâlâ devam ediyorum. Daha ne kadar sürecek bilemiyorum tabii ki. Ama gerçekten de ömrün yarısına eriştim mi? Olgunluk, birikim, sıfır yavşaklıkla belki eriştim ama hissedişim çok farklı söylüyor.

Bazen Engin abinin o güzel laflarını hatırlıyorum; 54 yaşındaki Engin abimin o güzel lafını: “Eğer bu müzik olmasaydı bu kadar mutlu, genç, enerjik ve idealist olmazdık. Belki de bir katil olur çıkardık.”

Gerçekten de öyle Engin abim. Gerçekten öyle. Hayata dair tek bir kesit bile keskin bir yola çıkarıyor sizi, mutlu kılıyor. Tarancı için 35 yaş ömrün yarısı olabilir ama eğer yüze erişme şansım olursa bilesin ki ömrümün yarısına 15 yıl daha var büyük adam. Onu geçtim, yüzümde çizgi bile yok, mor halkadan tek bir adedini bile bulamazsın. Hâlâ otuzu bulmamış bir yüz ifadesine ve görüntüsüne sahibim. Otuzlu yaşları gösterişim ancak kırkımda olacak zannedersem büyük şair.

Yeni yaşıma harika bir tatla giriyorum. Sayısız kere, peş peşe dinleyip duruyorum. Hayat çok ama çok güzel, her şeye rağmen iyi ki varız hayatın içinde diyorum. Çünkü daha yaşanacak, dinlenecek, izlenecek, gözetilecek ve adımlanacak büyük yollar var. Şarkıda olduğu gibi;

Dalgalar tamamen kırılırken
Kendi umudunda olduğu gibi hayata daha fazla tutunursun
Yanlış bir yol üzerindeyken
Yolunu değiştirirsin

Ve nihayetinde kendi yolumu yaratırım.


23 Haziran 2011 Perşembe

Nazi Şifreleri ve Coventry’nin Feda Edilmesi


Almanlar tüm önemli mesajlarını şifreli gönderirlerdi. Bu şifreye Muamma denirdi. İngilizlerin bu şifreyi çözdüğünü bilmiyorlardı. Churchill'in adamları Coventry'nin bombalanacağını öğrendiler. Coventry'yi boşaltırlarsa Almanlar şifrenin çözüldüğünü fark edip değiştireceklerdi. Bu, Müttefiklerin savaşı toptan kaybetmesine yol açacaktı. Şehri boşaltmazlarsa yüzlerce masum erkek, kadın ve çocuk ölecekti.

Peki ne oldu?

Sırrı sakladılar. Şehri boşaltmadılar.

14 Kasım 1940'da Coventry tahrip edildi. 500 Alman bombacısı şehre 500 tonluk 150,000 bomba bıraktı. 568 insan öldü ve 400’den fazlası kötü bir şekilde yanarak yakacak odun gibi yığıldı. Şehrin en eski katedrali bile nasibini aldı.



Churchill birkaç gün sonra harap şehri dolaştı. Ne yaptığının farkında olduğu gözlerinden okunabiliyordu. Karanlıktı, büyülü gibiydi.

Bazen çok karanlık kararlar almak zorunda kalırsınız. Milyonları kurtarmak, savaşı kazanmak uğruna yüzlerce canı feda edersiniz. Zamanın devlet adamları için çok güç şeyler yaşanmış olsa gerek. Kolay mı? Saçma sapan meselelerden dolayı 50 milyon insanın ölümüne neden olmak ve bunun vicdanî muhasebesini yapıp yapmamak..

22 Haziran 2011 Çarşamba

Ursula K. Le Guin Neden Okunmalıdır?


Ursula K. Le Guin bilim-kurgu ve fantastik edebiyatın en büyük yazarlarından biri. Ama onu diğer bilim-kurgu ve fantastik edebiyatı yazarlarından keskin farklılıklarla ayıran önemli yönleri mevcuttur. 1966 yılından beri yazan ve hâlâ yazmaya devam eden 82 yaşındaki yazar, eserlerine yedirdiği kölelik, özgürlük arayışı, hayatı sorgulamak, varoluşçuluk, Taoizm, Yunan mitolojisi, toplumların değişime gösterdiği reaksiyon, psikolojik ve felsefik dokundurmalar gibi konularla sizi bilim-kurgu ve fantastik öğelerden hayatın gerçekliğine götürür. Bilim-kurgu ve fantastik dokumaları sadece araç olarak kullanır. Bilirsiniz, birçok bilim-kurgu eserinde teknolojik gelişmeler anlatılır, fantastik edebiyatlarda savaşlar gırla gider, kılıçlar kuşanılır, ayrıntılı savaş sahnelerinden ve büyü sanatlarından demler vurulur. Fakat Ursula’da işler tamamen değişir. Politika, psikoloji ve toplumbilimin öne çıktığı ve alternatif toplum ve hayat modellerinin sorgulandığı bilim-kurgu yaklaşımını tercih ettiğini görürüz.

Eserlerinde anarşist ruhtan izlere rastlarsınız. Kadınların ezilen tarafta olduğunu insanları rahatsız etmeden feminist teoremlerini de yedirir; köle bir toplumda anaerkil aileler yaratır. Onun kahramanları Frodo, Gandalf, Aragorn gibi abartılmış karakterler değildir; bazen yaşlı, bazen çaresiz, bazıları sakat ve hasta insanlar ve yahut intikam peşinde bile koşamayacak kadar çaresiz çocuklardır. Soylu kurtarıcılardan dem vurulmaz. İnsanların değişime karşı nasıl başkaldırabileceklerini ve dengesinin nasıl bozulacağını alternatif yollarla aktarır. Aslında görürsünüz ki, kırk yıl önce söylediği şeyler günümüz dünyasında gerçekleşmektedir. Ursula’nın ileriyi çok iyi gören bir sanatçı olduğu kadar o an yaşadığı dönemin çok ötesinde fikir, zekâ ve anlayışa sahip olduğunu görürsünüz. 1960’larda Amerika Birleşik Devletleri’nin bazı eyaletlerinde Afro-Amerikalılar canlı canlı yakılırken, Ursula ırkçılığın saçmalığından nasıl bahsedeceğini çok iyi biliyordu.

Neredeyse bütün önemli eserlerine sahip olduğum Ursula neden okunmalıdır?

“Bağışlamanın Dört Yolu” isimli öykü kitabında “Bir Kadının Kurtuluşu” öyküsünde kadın kahramanın gözünden bizlere olayı aktardığı kısa bir bölüm ilgi çekicidir. Bizden farklı olanlara hiç dayanamadığımız bir toplum ve zaman diliminde, böyle bir bakış açısı ilginç olsa gerek.



“Werel’in yabancıları topraklarına kabul edip diplomatik ilişkiler kurulmasına razı olmalarının üzerinden ancak kırk yıl geçmişti. Tarih kitabını okumayı sürdürdükçe Werel’deki baskın halkın doğasını biraz biraz anlamaya başlamıştım. Kendilerine sahip diyen, Büyük Kıta’nın ve en sonunda dünyanın bütün diğer halklarını zapt eden siyah derili ırk, sadece tek bir varlık biçimi olduğunu düşünerek yaşamıştı. Kendilerinin insan denilen şeyin olması gerektiği gibi olduklarına, yapması gereken şeyleri yaptıklarına ve bilinen her şeyi bildiklerine inanmışlardı. Werel’deki diğer bütün halklar onlara karşı koyduklarında bile onları taklit etmiş, onlar gibi olmaya çalışmış ve onların malı olmuştu. Gökten, başka türlü görünen, başka türlü hareket eden, kendilerini esir ettirmeyen, zapt ettirmeyen başka türlü bilen insanlar gelince sahip ırk onları istemedi. Kendileriyle eşit olduklarını kabul etmek tam dört yüz yıllarını aldı.

Erod’un her zamanki gibi çok güzel bir konuşma yaptığı Radikal Parti’nin bir toplantısındaki kalabalık arasında ben de vardım. Kalabalıkta yanımda, söylenenleri dinleyen bir kadın dikkatimi çekti. Teni garip bir kavuniçi-kahverengi rengindeydi; gözlerinin kenarlarında beyazlar görünüyordu. Hasta olduğunu düşündüm. Ürpererek uzaklaştım. Hafif bir tebessümle bana baktıktan sonra dikkatini konuşmacıya döndürdü. Saçları bir yumak veya bulut halinde kıvır kıvırdı. Giysileri narin bir kumaştandı, garip bir moda. Aklıma kadının ne olduğu, buraya hayal bile edilemeyecek kadar uzak bir dünyadan gelmiş olduğu çok sonra geldi. Ve işin ilginç tarafı, bütün o garip teni, gözleri, saçları, aklı bir yana insandı, en az benim kadar insan: Bundan hiç kuşkum yoktu. Bunu hissetmiştim. Bir an için bu beni derinden rahatsız etti. Sonra beni rahatsız etmeyi bıraktı ve büyük bir merak hissettim, neredeyse bir tutku, ona doğru bir çekim. Onu tanımayı diledim, onun bildiklerini bilmeyi.

İçimde sahip ruhuyla, bir ruh çekişiyordu. Bütün hayatım boyunca da bu böyle olacak.”

16 Haziran 2011 Perşembe

Kız Bebeğinin Dokunuşu: Hayat Deneyimlerinden Gerçek Sanata Ulaşmak


Müzikten sinemaya, dizilerden medyaya kadar popüler kültürün doluluğu tartışma konusudur. Söyledikleri ne kadar anlamlıdır, ne kadar içi doludur? Ne kadarı gerçeklerden, ne kadarı erdemlerden, insan doğasından, dünyadan ve yaşananlardan bahseder? Günümüz popüler kültür şarkılarının kaç tanesi adam akıllı şeylerden bahseder. Her şey aşk mıdır? Eğlenmek ve dans mıdır?

Kazım Koyuncu Asiye’yi söylerken, Volkan Konak Cerrahpaşa’yı söylerken neden ayrı bir yerde tutulurlar? Hayatın içinden oldukları ve deneyimlerden yola çıktıkları için mi? Volkan Konak Çernobil faciası yüzünden kanserden vefat eden babasına dair herkesin bir dertten muzdarip olduğunu, bir tarafın hayatın en karanlık ve burkucu yönüyle savaşıp, kederlenip diğer tarafın bu duyguları dikkate almadığını söylerken sanatın hangi ormanını adımlamaya başlamıştır?

Ya da Kazım Koyuncu Asiye’de ‘senin gibi gelini cebimde taşırım’ derken gerçek sevginin hangi motifine dokundurmuştur? Şarkıyı yazan Kazım Koyuncu değildir ama adı geçen Asiye’nin Akçaabat’ta 1895 yıllarında bu yollardan geçtiği söylenir. Bu türküyü yakan meşhur Sait Uçar’ın babasının amcası Deşmanoğlu Kamil’dir. Kamil tütün almaya Akçaabat’a gider ve döndüğünde sevdiği Asiye’nin fakir bir aileye verildiğini ve düğün kurulduğunu görür. Düğüne katılıp patlatır şarkıyı. Sonrasında Asiye kocasından ayrılır ve Deşmanoğlu Kamil ile evlenir.

Müziğin belli bir evrenselliği var. Anadolu insanı kendi hayat şartlarına sahip olduğu gibi her geçen zaman şehirleşmenin, kırsal kesime modern bilgi akışının artması derken bazı şeyler farklılaşıyor. Artık 40-50 yıl öncesinin Anadolu yaşamından kesitler göremiyoruz. Ama özünde insanoğlu bir çok anlamda büyük ortaklıklara sahip. Bir sanat söz konusu ise yöresellikten olduğu kadar evrensellikten de dem vurmak gerekebilir. Her geçen zaman yozlaşan şarkı sözleri, hayat anlamları, çöp yığını halini almış kirli bilgi(!) akışı derken garip bir yolculukta buluyoruz kendimizi. Tüm bu yolculukların ardından benim çapamı atacağım liman ise İsveç olacak. Geçtiğimiz günlerde benim için en özel anlamlardan biri olan İsveçli progressive grubu Wolverine’in yeni albümünden bahsetmiştim. Albümde bahsedilen şeylere geldiğimde ise çok etkilendiğimi ve büyük ortaklıklar bulduğumu söylemeliyim. Hayatın içinden olan şeyler gerçeğin parçacıklarıysa eğer karşımızda gerçeğin, sanatın ve erdemlerin yansıması duruyor.



Albümde beşinci sırada yer alan “Embrace” parçası beni en çok etkileyen parçalardan biriydi. Müzikal olarak neden bu kadar çok etkilendiğimi parçayı yazan vokalist Stefan Zell’in yazdıklarını okuduğumda çok daha iyi anladım. 2008 yılında kalp rahatsızlığıyla doğan kızına dair yaşadıklarını anlatan Zell şöyle diyor şarkıya dair:

“Şunu söyleyebilirim ki şu ana kadar yazdığım en kişisel ve önemli şarkı. Kritik bir kalp rahatsızlığıyla 2008 yılında doğan kızım Freya ile ilgilidir. Doğduğunda yaşayabilmesi için çok acı verici bir ameliyat olması gerekiyordu. Aynı zamanda tekrar ameliyat riski ile karşı karşıya kalmamak ve muhtemel olumsuzlukların önüne geçebilmek adına emin olana kadar ameliyatın olması söz konusu olamazdı. Kızımın ilk 8 ayı boyunca, her gün onun düzenli beslenmesi ve olağan bir şekilde yaşayabilmesi için sürekli mücadele ettik. Sağlıklı insanlar için sıradan olan ve rahatça yapabildiğimiz şeyler, nefes alıp vermemiz bile kalp rahatsızlığı olan kızım için çok zordu. Nihayetinde geçtiğimiz yılın Aralık ayında Göteborg’daydık ve ameliyatı yaptılar. O günden beri her şey değişti ve bugün kızım tamamen güvende, üç yaşında olacak diğer çocuklar gibi.


Hayal edebilirsiniz ki hayatımın bu periyodunda duygularım karmakarışıktı. Çeşitli duygular içinde boğuluyordum. Bir yandan ilk çocuğum Freya, doğmuştu ve doğumuyla birlikte kelimelere dökülemeyecek bir sevinç yaşamıştım. Aynı zamanda onun rahatsızlığı yaşamımıza birçok sıkıntıyı ve karanlığı getirmişti. Şarkı basitçe yaşadığımız bu deneyimden bahseder ve benim olduğu kadar karım için de çok şey ifade ediyor.”



Şarkının girişindeki o karanlığı ailenin karanlığı olarak algılayabiliyorsunuz. Acı çeken anne baba, kalbinden rahatsız olan tatlı Freya.. Parça soloya, enerjiye ve coşkunluğa kavuştuğunda ise biliyorsunuz ki Freya artık sağlıklıdır. Karanlık örtüsünü yavaş yavaş kaldırmıştır.

Günümüzde TV’lere çıkan saçma sapan popüler kültür müzikleri ve söylemleri umurumda bile değil. Müzik birçok kişi eğlence, zıplamak, dans etmek de olabilir. Umurumda da değil. Bizi biz yapan, insan yapan, karakterli yapan şeyler ortada. Pink Floyd söylemleriyle milyonları nasıl etkilemişse Wolverine’in aynı yolun yolcusu olduğunu söyleyebiliriz. Müziklerine kulak kabartanlar Pink Floydish hislere dalacaklardır. Yeri gelince ‘Pulse’ parçasıyla Depeche Mode’a atıfta bulunacaklardır.

Başka nelerden bahsediyorlar? Dünyayı çok yakından takip ettiklerini ve bunu güçlü bir bilgi altyapısıyla beslediklerini söyleyebiliriz. Devamını onlar getirsinler:

Giriş şarkısı Downfall üzerine: “Bugün dünyada hepimizi kuşatan ve bize ilhamlar veren birçok olay yaşanıyor. Küresel ısınma, Ortadoğu sorunu, kapitalizm, yoğun nüfus, petrol endüstrisi ve diğer sorunlar.. Ayrıca diğer taraftan çok kişisel taraflarımızdan gelen ilhamlara sahibiz. Grup ve bireysel olarak hayatlarımızı yaşarken bir yandan da dünyanın tamamı bir yerlere doğru gidiyor ve bunun sıkıntısını da hissediyoruz. Kısacası, ‘Downfall’ dünyanın sonuna dair bir uvertür çeşididir.”

İkinci şarkı Into the Great Nothing üzerine Marcus’un (davul) söyledikleri: “Bu şarkıyı yazarken niyetim; Amerikalı idoller, Britneyler ve büyük patronlar gibi radyo ve medya tarafından manipüle edilen günümüz müzik endüstrisi üzerineydi. Stephan ile konuşurken gördüğümüz bir şey vardı ki, o da batı dünyasında hemen hemen her şeyin tüketim makinesi halini alması, böyle bir dünyanın yaratılmasıydı. Burada insanların nelerden hoşlanıp hoşlanmadıkları dikkate bile alınmıyor.”



Albümün girişi Downfall (çöküş) iken bitişi ise Beginning (başlangıç)’dir. Albüm konsept bir albümdür. Konular birbirini takip eder ve şarkılar birbirine bağlanır. Bütünsel bir hikâye örgüsü anlatılır. Albümün sonunda kötü bir son vardır, dünya yıkılmıştır. Dünya yıkıldıktan sonra tertemiz bir başlangıç yapabilirsiniz. Bahsi geçen dünya ise sadece yaşadığımız dünya değildir. Ya kendi iç dünyamız ya da toprak, kum, kaya, sudan oluşan yaşadığımız dünyadır. Hangi dünyayı seçeceğimiz bizim seçimimize bırakılmıştır. Artık yeni bir boyut vardır. Yeni bir boyut içinde yeni bir umut söz konusudur. Her şeyin özünde insanoğlunun doğası ile birlikte doğanın özü yatar.

9 Haziran 2011 Perşembe

If Religion Were to be a Fragile Form of Art, then Wolverine Would Be Its Messenger



Imagine a fictional world of dreams. A world that has been created solely by you. A place where you can picture both your happy and bleak moments with just a touch of the brush. It might be a world of dreams but nonetheless, it might be a world of dreams. Yet, it is made up of your realities, sad or impressive memories, your delicate moments. It is embodied from your expactations and yearnings. This fictional world is not for the ones that cannot appreciate real art or lack the capacity to visualize things in a wide perspective. If you do not embark on a journey or take a step into the world of dreams as soon as touches your ears melodies reverberating from that screen of mysteries. The fragile and delicate form of arts is not for you. They provides a melody consists of beats which offers imaginable motifs for melancholic souls seeking intensity, euphoria impactful ambiance and fragile art.

Naturally, this world of dreams has not just taken shape in my mind. The stroke of the brush is triggered as soon as the impact of the notes taking root from and adorned with brightness by the spiritual world are heard by us. This is a landscape that includes not only our deepest enjoyments and fragility but also depict the mysterious power that eventually leads us to the realities which make us happy. And as such I perceive a world of dreams that is untouched. Each note and sound that reaches our ears has extreme importance for me. You will not be able to identify a single false note among thousands. Each note mesmerizes you. You would find yourselves questioning how such art could be created. The artwork reflects an authentic perfection and mystery. Each one the notes has already started to create “terra incognita”. The sacred and mysterious land..

We place this art piece that has been identified with our personality for years, giving us energy, shaping our spirit, expressing all our habits, love, imagination and love of arts in a house of glass. This most eye-catching and magnificent part of the view to our world of dreams takes up the most coveted place in the glasshouse. Once we start listening and observing it, we would be lost in it. We cannot refreain from glancing at it or bear to part with it. This magnificent view stares at us from our house of glass; the perfection of this view and art form as well as its fragility and delicateness consumes us. We would already be lost in a deep haze of joy. Our bones start to shatter, and our knees buckle. We let go of our spirit free into the deep blue of this world of dreams. Here the pleasures reach their peak leaving goose bumps..

When this is the case nothing would be able to stop you from sampling this taste, this musical flavor. The harmony created by melodies continues to light up your house of glass. It sparkles in a tremulous way..

They name it “COMMUNICATION LOST”

Such an excellent piece of art that has taken well part of 5 years to create and been awaited with eagerness for the last few years, would not fall short of meeting all your expectations. Even when I listened to it for the first time it had this affect on me. I cannot believe my ears and fall into the depths of this spirit that has been let loose on my feelings. It is a rare occurrence that notes would take you to the most cherished and mysterious instants of life, the first time you hear them. Such power! Is it possible? You will not be able to find even a single gap, falut or nonsense. There would not be a single common or meaningless piece in it. You would understand, understand why 3-4 years were spent working on an album and why such an incredible, powerful, spiritual art work that wraps around our souls has been created..

Wolverine is a great beauty with the sole purpose of creating art that originates from Sweden, a place giving life to real art. Very few people have heard about it. It is the nature of things isn’t it? The tiny pieces of truth always remain unceovered. They are not a product of popular modds, temporary fads and envies we harbor. They are there to perform real music. So it seems, the product of 3-4 years of work is to enwrap us in inspiration, to relay us messages from depths of life, so souuth our souls. Talent must be something like this.

Atmosphere? The most effective indeed..

Acoustics? All around you..

Vocals? The kind that sends you the world of fairies with is clarity..

Cello, violin, keyboard, piano and other exotic instruments to bewitch you..

In comparision to this progressive masterpiece of art that is full of distinguished melodies, for a moment, even Pink Floyd, which has a deep place in my heart, seemed weak and hazy.

If the existence of melodies is real and you think there is a musical masterpiece that would shoot you through your heart then the “Communication Lost” creation of Wolverine has already pulled the trigger. It has long sent your old favorites into oblivion. What is left to you would be to say your thanks..

2 Haziran 2011 Perşembe

Kırılgan Bir Sanat Din Olsaydı, Wolverine Göndericisi Olurdu


Kurgusal bir hayal ülkesi düşünün. Tamamen sizin yarattığınız bir ülke. Tek fırça darbesiyle mutlu ve karamsar anlarınızı resmettiğiniz. Hayal ülkesidir, kurgusaldır ama aynı zamanda tamamen gerçeklerden, üzüntülerden, yaşadığınız en kırılgan, mutlu, etkileyici anlarınızdan, beklentileriniz ve özlemlerinizden vücuda gelmiştir. Bu kurgu, gerçek sanatın farkına varamayacak ve geniş perspektifteki doluluğa kapasitesiz olan kişilere göre değildir. Sırlar perdesinden akseden melodiler kulak zarına değer değmez yolculuğa çıkmıyorsanız, hayaller ülkesini adımlayamıyorsanız, kırılgan ve zarafet dolu sanat size göre değildir. Hüzne, derinliğe, büyük mutluluğa, kırılgan bir sanata ve güçlü bir atmosfere eğilimli varlıklara bir nebze hayal edilebilir anlamlar sunabilir notalardan oluşan şaheser.

Aklımda yaratılmak üzere meydana gelen hayaller ülkesi durup dururken resmedilmeye başlamamıştır elbette. Derin bir ruh halinden vuku bulan ve oradan ışıltılarını saçan notaların kulağa değer değmez ellere tepkisini vermesi sonucunda fırça darbesini yaratmaktadır. Bu manzara tüm müthiş hazların, kırılganlıkların ve nihayetinde bizi mutlu kılan güçlü gerçeklere ulaştıran gizemli bir gücün manzarası olduğundan, el değmemiş bakir bir hayaller ülkesi olarak algılıyorum. Kulağa salınan her nota, her ses muazzam değerli bir hal almıştır benim için. Binlerce nota içerisinde tek bir kırık nota bulamazsınız. Her notadan gözleriniz fal taşı gibi açılır. Böyle bir sanatın nasıl yaratıldığı üzerine sorgulamalar yaparken bulursunuz kendinizi. Bu eser kendine özgü bir mükemmeliyeti ve gizemi yansıtır. Notaların her birisi ‘terra incognita’yı yaratmaya başlamıştır bile. Kutsal ve gizemli toprakları..



Yıllar yılı kişiliğimizi belirleyen, ruhumuza enerji veren, bizi şekillendiren tüm alışkanlıklarımızı, sevgimizi, sanatsal yönümüzü ve hayal gücümüzü ifade edecek bu eseri bir fanusun içine yerleştiririz. Hayaller ülkesi manzarasının en parlak ve harikulade kısmını fanusun en kusursuz yerine koyarız. Bir kere dinlemeye ve gözlemlemeye başladık mı oradan ayıramayız ve sürekli gözlerimizin önünde tutarız. İşte bu manzara fanustan sürekli tüter durur; manzaranın ve sanatın mükemmelliğinden, canlılığı ve kırılganlığından cezboluruz. Derin bir haz içinde kaybolmuşuzdur bile. Kemiklerimiz kırılmaya başlar, dizlerimiz bükülür. Bırakırız kendimizi hayaller ülkesinin berrak mavi havasına. Hazlar en üsttedir, doruktadır. Tüyler ise diken diken..

Hal böyle olunca, hiçbir güç, hiçbir şey durduramaz bu lezzeti ve müzikal tadı. Fanus içinde sürekli yanmaktadır melodilerin yarattığı harmoni. Işıldar. Titrekçe..

‘Communication Lost’ koyarlar adını.



5 yıllık çalışmanın bir ürünü olan, tarafımca 3-4 yıl boyunca sabırsızlıkla beklenen böyle muhteşem bir eser tüm beklentilerimi karşılamakla kalmaz. Daha ilk, evet, gerçekten de, daha ilk dinlememde bana bunları hissettirir. Gözlerime inanamam. Kulaklarıma salgılanan ruh karşısında derinliklere düşerim. Hangi notalar eseri daha ilk dinlemede sizi hayatın en gizemli ve lezzetli anlarına götürür ki? Bu nasıl bir güçtür? Tek bir boşluk, kusur, saçmalık bile bulamazsınız. Bir tane dahi sıradan ve boş bir eser bile bulamazsınız. Anlarsınız. Anlarsınız neden 5 yıl boyunca bu albüme çalışıldığını. Ortaya neden böyle güçlü, ruh dolu ve beynimizi sarıp sarmalayan bir sanat eserinin çıktığını..

Tek amaçları sanat yapmak olan, gerçek sanatı icra eden ve İsveç’ten ışıltılarını yollayan büyük bir güzelliktir Wolverine. Çok ama çok az kişi duymuştur adını. Gerçeğe dair kırıntılar gizli saklı değil midir zaten? Popüler duygular ve geçiciliklerin, hazımsızlıkların ürünü değillerdir. Gerçek müziği icra etmek için vardırlar. Beş yıllık çalışmanın ürünü tamamen ilhamlarla kaplanmak ve bize hayatın derinliklerinden mesajları iletmek, ruhumuzu okşamak içinmiş. Yetenek böyle bir şey olsa gerek.

Atmosfer mi? En vurucusundan..

Akustik mi? Sizi tamamen çevreleyen..

Vokaller mi? Berraklığıyla sizi periler ülkesine yollayan…

Çello, keman, klavye, piyano ve diğer egzotik çalgılarla sizi büyüleyen..

Beni derin bir ruha boğmuş olan Pink Floyd bile bir an zayıf ve bulanık anmış gibi göründü gözüme, bu atmosfer dolu melodik progressive eseri karşısında.

Eğer melodi diye bir şey söz konusuysa ve sizi kalbinizin ortasından fişekle delip geçen müzikal bir silah yaşayacaksa, Wolverine – Communication Lost eseri tetiği çekmiştir bile. Çoktan eski müritlerinizi ibadete yollamışsınızdır. Geriye şükretmek kalır..

http://www.wolverine-overdose.com/index/


31 Mayıs 2011 Salı

Aşk, Sevgi, Değişim, Harry Kewell


İnsanoğlu doyumsuzdur. Elinde olanın kıymetini bildiği söylenebilir. Ama büyük zamanlar için bilmediği söylenebilir. Bir ulaşılmazlık çizgisi vardır, aklımızın derinliklerinde ve baktığımız ufuklarda. Ulaşılmazlığın, doyumsuzluğun ve doymayan hazların başımızın üzerinde hale gibi dönüp durması bizi farklı bir canavara dönüştürmez mi? Ne farkımız kalır ki herhangi yırtıcı bir yaratıktan?

Değişim derler adına. Bazılarınca ileri gitmenin koşuludur. Rutin ruh halleri, can sıkıntısı, karanlık bir ormanı andıran düşünceler ve mutsuzluklar neticesinde değişimin peşinden koşarlar. İnsanın var olandan başka bir şeye susadığı, enerji ve hayal gücü eksikliğinden ötürü kendi kendilerini yenileyemeyenlerin, gelecek zamanlardan büyük bir değişikliğe heves ettiği olur. Toplumların ya da büyük kuruluşların da! En kötüsünden bir heyecan, bir keder de olsa bir yenilik getirmesini beklerler. Belki yeni bir ruhtur. Yeni bir başlangıçtır. Büyük bir tatmin aracı olan ve kabarık bir egoya karşılık gelen kendini hazmetme sürecidir belki de bu.

Mutluluğun susturduğu duyarlılık.. Kendisini kıracak bir el de olsa, bir elin dokunuşuyla titreşmeyi arzuladığı.. Adını haykırmayı ve kötü günlerde benliğini unuttuğu.. Geleceğine, umutlarına, önüne ve düşüncelerine bir engel çıkmadan kendisini arzularına, üzüntülerine bırakma hakkını çeşitli zorluklara göğüs gererek elde etmiş bir irade. Bu iradenin dizginleri, acımasızca olsalar da, mecburi ve çıkarların çatıştığı olayların eline vermek zorunda kalınan istisnai anlar..

İnsanlar mutlulukları ve egoları için çok şeyini satabilir. Ruhunu şeytana bile satabilir. Şu hazlar var ya.. Her şeye duyulan aşk ve açlık var ya.. Belki de günümüzde uğruna nice kanlar dökülen cennet ve cehennemin sebebidir. Bir yasak elmanın kırmızılığına kaptırır gider kendini. İncir yaprağının arkasında kalmış kabarıklığını dizginleyemez. Erktir onun için o. Hoşuna gitmeyen ne varsa ve neye hazzı varsa, ona yöneltir ve erliğinden sual sorulmaz.

En ufak bir yorgunlukla tükenen güç, dinlenirken ancak damla damla geri geleceğinden arzu ve haz deposunun dolması uzun zaman alır. Başkalarının icraata yönelttiği, bazılarınınsa hâlâ nasıl kullanacağını bilemediği, buna karar veremediği hafif taşma halinin gerçekleşmesi için uzun zamanların geçmesi gerekebilir. Unutulur belki de gün gelince. Ormanlar kapkaradır. Göz gözü görmez. Geleceğini göremezsin. Nelerden mutlu olacağını bilemezsin. Ama başını kaldırırsın. Hâlâ mavi olan gökyüzünü görürsün. Gökyüzü hâlâ mavidir işte. Her şeye rağmen bazı şeylerin kıymetini bilebilmek ve olduğu gibi kabul edebilmek; zifiri gece saatlerinde ya da ruhumuzu kaplayan kör edici karamsar anlarımızda, tam o saatin ve anın incelikli bir ifadesi değil midir? Bu değil midir bizi bir ruha sahip kılan ve yücelten varlık haline getiren.. İnsan olmanın nasıl bir yücelik istediğini kanıtlayan.. Kolay değildir tabii ki..



Gökyüzü hep mavi olmaya devam edecektir. En kötü anlarda bile. Ormanlar kapkara olmuşken, sık ağaçlar yolumuzu keserken, içimiz sıkılmışken, gece hızla indiğinde bile gökyüzüne bakıp avunabilmeyi kaç kişi başarabilir?

Bazen en derin aşklarda ufacık bir işaret, minik bir mimik, hiçbir şey konuşmayıp nihayetinde içten bir dokunuş, büyük anlam ve yoğunluklarla dolu hikâye anlatıcısıdır. Coşkulu bir cana yakınlılıkla ışıl ışıl parıldar. Büyük cümlelere ihtiyaç bile duymaz. Zarafetin getirdiği inceliği, gizli bir anlaşmayı çağrıştıran bir göz kırpışına, imaya, dokundurmaya, yaramaz suç ortaklığının esrarengiz havasına kadar varan bir doluluktur gizli aşk. Sevimli ifadesini sevgi dolu itirazlara, sevgi gösterimine kadar götüren ve her türlü ifadeye açık çehresinde, sevgiyle dolu titreştirecek gözbebeği, gizli bir şuhluk ve baygınlıkla ışıldardı halbuki. Ne kadar da çabuk unutuyorduk sevgiyi ve bağlılığı.

Bir sevenin kişiliğinin en derin, en gizli yanını açığa çıkaran bütün hareket ve davranışlar, bizlerin daha önce söylemiş olduğu sözlerle bağdaşmaz. Bazı şeyleri itiraf dahi edemeyiz. Bazı gerçeklikler asla itirafta bulunamayacak olan sanığın ifadesiyle doğrulanamaz. İmkânsızdır. Kendi hislerimizin tanıklığına başvurabiliriz ancak, bu yaşanan ve buna benzer hatıraların karşısında, hislerimizin bir yanılsamanın elinde oyuncak olup olmadığını düşünürüz. Bizi derin bir şüpheye götüren bunlardır. Götürmelidir de.

Öyle bir an gelir ki, yorgun gözler sadece tek bir varlığa, ışığa, gecelerin karanlıktan damıtarak hazırladığı ışığa ve fazlalık, gereksizlik olarak görülen değere tahammül edebilir. Tüm yorgunluğa, başarısızlığa, yenilgilere rağmen onun ışıltısından rahatsız olmaz. Varlığından ve duruşundan yorgunluğunu yatıştıran teskin edici yumuşak dokunuşlar hissini alır. Kulaklar, hatıraların ateşiyle kavrulan ve sevginin dayanılmaz tutkusuyla tüyleri diken diken eden müzikleriyle coşkun bir mutlulukla dolar. Kendi tutkularımız hakkında ne kadar fikir sahibi olabiliriz ki? Gerçekten farkında olduğumuz tutkular belki de başkalarının tutkularıdır. Ne istediğimiz ve anladığımızın farkında bile değilizdir.



Unutmak bizlere mahsustur. Biz insanoğullarına. Aşkı bulunca insan olduğumuzun farkına varırız. Aşık olmak güzeldir. İşler kötü gittiğinde ise cehennem gibidir. Tek tük birkaç kişiye aşık olmuşumdur. Mutluluğu da tatmışımdır, acıları da.. Zannedersem Harry Kewell da bir çok Galatasaraylı için öyle olmuştur. Bizi sevindirenleri ve sevenleri üzmekle donatılmışız. Bu ister bir oyuncu olsun, ister aşık olduğumuz kadın veya erkek, ister anne veya baba. Her zaman üzeriz. Her zaman severiz. Bir yolun sonuna geliriz. Bize birçok mutluluğu yaşatmış, insanlık ve karakter anlamında hata yapmamış benlikleri elimizin tersiyle itme zamanı gelmiştir. Profesyonellik deriz adına.. İhtiyaçlar.. Değişimler.. Yeni bir gelecek.. Ama biliriz ki içimizden bir parça kopup gitmek üzeredir.

İlk sevgiliyi unutmanın çok güç olduğunu söylerler. Ben hâlâ unutmadım ilk sevdiğimi. Hatırladıkça gülümserim. Ondan ne kadar çok çekindiğimi ve kalbimin kıpır kıpır attığını, nefesimin kesildiğini hissederim. Bazıları için Kewell’ın gidişi bu kadar olmasa da sahip olduğu gökyüzü çatısını karanlığa boğmuştur. Ben nasıl ki ilk sevdiğimi aradan geçen 22 yıl sonrasında dahi unutmamışsam, sizler bir 22 yıl sonra unutacak mısınız Kewell’ınızı?

Bilinmez.. Metin Oktay’ı unutturmadılar.. Onu kaç kişi unutturmayacaktır? İşbu yazı da Harry Kewell yazısı değildir. Aşk, sevgi ve hayata, değişime bakış açımızla ilintilidir. Herhangi bir isim bunun ufak bir parçasıdır. Sayısız parçaya sahip olduğumuz gibi..

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Anlık Parlamaları Büyük Sayfalara Yansıtmak


Kendini iyice bulduğu anlardan itibaren ayrılmaz parçalarından biri olan “bir şeyler yazmak ve karalamak” gerçekliğine uzak kalmak can sıkıcı bir nokta. Bazen insan spor yaparken kendisini bulur, yenilenir. Bazen alkol alarak, çıldırarak, eğlenerek ve de ibadet ederek. Kendimi bulduğum büyük anlardan biri elbette ki bir şeyler yazıp durmaktı. Elde olmayan sebeplerden dolayı bundan uzak kalınca, ibadetten elini ayağını çekmiş insan gibi hissetmedim dersem yalan olur.

Günlük işlerimizi yaparken, rutinler içinde boğulurken, bir şeyler izlerken ya da dinlerken, insan beyni sürekli çalışıyor. Bir şeyleri değerlendiriyor ve yorumluyor. Bunu yazıya dökmeyenler veyahut yazma gereği duymayanlar için anlık parlamalar tadındadır ani tespitler. Olur ya, aniden bazı fikirler kazınır aklınıza, bazı cümleler yazılır beyninizin içinde. Goethe, Atatürk, Proust vecizleri tadında kiraz gibi kulaklarınıza asılır kalır. Bir an şaşırırsınız. Öyle bir cümle, fikir ve düşüncenin bir anda nasıl aklınızın içinde belirdiğine şaşarsınız. Ama periyodik olarak bir şeyler karalamış, yazmayı hayatının güzel tatlarından biri yapmış yazı aşçıları için hazımsızlık yapar bu duygu. Buna dair bir şeyler karalamadıkları için huzursuz olurlar. Tıpkı son birkaç aydır periyodik yazılardan uzak kaldığımdan, bunun gibi ani fikir parlamalarını paylaşmadığımda kendimi rahatsız hissetmem gibi. Birkaç ay önce minik bir düşünce parlamasından, anlık bir gözlemimden, doğaya ufak bir bakışımdan ya da müzik dinlerken on saniyelik bir ritmin bana yansıttığı büyük lezzetleri büyük sayfalara yansıtıyordum. Artık bunu yapamıyorum zannedersem. Ve bu beni iyi hissettirmiyor. Ama elim de gitmiyor.



Hayatın kendi içinde dönemsellikleri söz konusudur. Birçok insan için böyle dönemler muhakkak vardır. Son yıllarda dönemsellikler denen kavram hayatımda her daim olmuştur. Yıllar boyu rutine bağladığımız değişmez gerçekler vardır. Bir de belli bir dönem periyodunda bir şeyler yaptığımız ve o anlarda mutlu olduğumuz geçicilikler. Bir şeyler izlemek, müzik dinlemek, çalışmak ve kitap okumak asla bozulmayan rutinler. Geri kalan bazı zevkler dönemselliklere takılıp kalmış. Belli bir dönem her Cumartesi günü Nedjima Bar’a gidip Guru adı verilen müzik grubunu büyük bir zevkle izlemek. Yine her Cumartesi On A On Kafe’ye gidip Engin Abi ile enfes muhabbetlere dalıp gülme krizlerine girmek. Her akşam bir tane nar yemek. Ki o zaman enfes bir cilde sahip olduğumu ve nur gibi parladığımı söylemeliyim! Konserleri büyük bir hevesle takip etmek. Bir dönem Atheist grubuna yazılmak, bir dönem Nevermore’a, bir dönem Neuraxis’e bir dönem de Cephalic Carnage’e. Aslında onları dinlemeyi hep sevmişsindir ama tamamen onlarla kapsandığın bir dönemdir bu anlar. İnanılmaz mutluluk verir. Nevermore son albümünü çıkarıp kulak kabarttığımda inanılmaz mutlu bir ruh halindeydim ve bu ruh hali burada bana bir sürü yazı yazdırmıştı Nevermore gerçekliğine dair.

Bu ve bunun gibi dönemsellikler insan ruhu için büyük ihtiyaçlardır. Sizi daha mutlu kılar. Yaşamınızı daha yaşanır ve elle tutulur hale getirir. Yaptığınız birçok şeyden zevk almanızı sağlar. Böyle bir dönemsellikten uzak kaldığınızda ve bazı rutinlerden uzak kaldığınızda (yazı yazmak gibi) hayat gerçekten sıradanlaşıyor. Bazı şeyler içten içe kemiriyor sizi. İçinizde fırtınalar kopuyor aslında. Aklınızın içinde sürekli paragraflar dolusu yazılar yazıyorsunuz. Ama gerçekliğe dönüşmüyor bu anlık parlamalar, veciz tadındaki tespitler. Yazılmıyor. İsteksizlik, zamansızlık ve keyfe düşkünlükten dolayı yazılmıyor.

Müziğe duyulan aşk tarifi zor bir duygular silsilesi. Onsuz yaşam nasıl olurdu düşünmek bile istemem. Hayatın en rutin faaliyeti olan işyerinde çalışma fiilinin ardından eve dönerken kulaklarınıza akan o melodiler bütünü öyle farklı hissettiriyor ki! Bu dünyada değilsinizdir işte o an. Tüm yorgunluğunuz paçalarınızdan akıp gitmiş ve yerine bembeyazlıklarla kaplanmış duygular eklenmiştir. Eski insan gidiyor, yeni bir insan geliyor. Dünya ve yaşam size daha güzel gözüküyor. Daha yaşanılır. Daha içten. Daha elle tutulur. Daha güçlü ve enerjiktir.


Bu travma, geçmişten gelen ağır bir şok
Dünyasının değiştiği o an
Açıklanamaz bir tarih
En kötüsü bir birey lanetlenmiş..

Bu, güvenin yok olması, güvenirliliğin mahvedilmesidir
Gerçekliğin kayıp olduğu bir noktada batışın yükselişi
Endişeyle yok edilmiş
Tamamen ezilmiştir.. Suçlulukla..

Bu fikirler öldürücü ilüzyonlarla doldurulmuş bir esirdir
Depresyon yavaşça vicdanı öldürür
Görüntülerle kuşatılmış, seslere maruz kalmış
Yanlış anlaşılmıştır ve kaçmak mümkün değildir
Görüşlere işkence edilmiş, ümitsizliğin gerçekliğine doğru yutulmuş

Ruhun başarısızlığı, ruhsallığın çarpıklığı


Hislerden, insan ruhunun derinliklerinden, çarpıklıklarından, medeniyetten ve tüm dünya ileriye doğru giderken ruhun buna paralel gelişiminden bahsetmeyi ana konu edinmiş olan Kanadalı teknik Death Metal grubu Neuraxis’in bu yıl piyasaya sürdüğü Asylon isimli albümünden olan Trauma (Travma) isimli eseri böyle söylüyor bizlere. Ve ben bu acımasız, ama acımasız olduğu kadar inanılmaz teknik ve sürükleyici olan böyle bir albüm karşısında dizlerimin üzerine çökmüşken buluyorum kendimi. Ruhumu dolduran, bana güç kazandıran, müzikal gelişimiyle beni farklı dünyalara götüren ve hayatın anlamına dair düşündürten bu güç karşısında.. Bu aralar beni en çok mutlu kılan güzelliklerden biriler kendileri. Aynı hisleri 2005 tarihli Trilateral Progression isimli albümlerinde de hissetmiştim. Bu süreç uzun süre rehin almıştı ruhumu.



House MD’nin yedinci sezonu geçtiğimiz günlerde sonlanmıştı. Kalitesinden her zaman olduğu gibi asla taviz vermemiş ender dizilerden biri. Bu sezonu izlerken müthiş duygularla dolduğumu ve hayata dair müthiş analizlerin ruhuma derin çentikler attığını söylemeliyim. Acı hayatımızın parçasıdır. İnsanlığımızın en büyük kanıtıdır. Acının olduğu yerde hayatın gerçeklikleriyle kutsanmış olduğumuzu söylemeliyiz. Birçok insan yalnız olmaktan hoşlanmayabilir, korkabilir. Yalnızlık birçok insanın en büyük korkusudur. Yalnızlık korkusu depresyon başlangıcı ve mutsuzluğun garip bir tezahürüdür. Ama ne kadar yalnız olmaktan korkarsak korkalım, bazen hayata dâhil olan insanlar bize zarardan başka bir şey vermez. Mutluluk kaynağı olması gereken şey, bazen depresiflik ve mutsuzluk kaynağıdır. Hugh Laurie’nin bizlere aktardığı Dr. Gregor House karakteri belki günümüz dünyasında asla karşılaşamayacağımız hastalıklı bir ruh halidir ama her haline rağmen House’a bayıldığımı söylemeliyim. Bir eve araba ile dalıp saç fırçasını teslim etmek ve sonra mutlu bir şekilde güneşli sahili adımlamak farklı bir aydınlanma olsa gerek. Çok az kişi o manyakça harekete ‘olur’ vermiştir ama Gregor’un ruhu doğrultusunda her şey beklenir. Yıkımın getirdiği bir aydınlanma mı, yoksa karanlık dehlizler mi? Devamında göreceğiz elbette. Ama yeni sezonda maalesef Dr. Lisa Cuddy karakterini oynayan Lisa Edelstein artık olmayacak.



Güney Kore dizilerine yazılışım son gaz devam ediyor tabii. Dünyamı dümdüz eden bir dizi önerisinde bulunmalıyım. Dünyanız mutlulukla dolacak, çok eğlenecek, gülecek ve saflığın, masumiyetin dokumalarıyla evrileceksiniz. My Girlfriend is a Fox with Nine Tails (My Girlfriend is a Gumiho) isimli dizi çok ama çok başka bir şey. Sizi kesinlikle sihirli bir dünyaya götürecek. Beni en çok çarpan diziler arasında yerini almayı başarmış bu dizinin konusunu, arayan bulacaktır elbette.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails